tarafından Av. Aliye Gökçe Göker | Mar 22, 2018 |
Belirsiz süreli iş sözleşmelerinin feshinden önce (haklı nedenle derhal fesih halleri hariç) durumun diğer tarafa bildirilmesi gerekir. Bu bildirim süreleri kanunda açıkça belirtilmektedir. İhbar tazminatı da; süresi belli olmayan sürekli iş sözleşmelerinin, belirtilen bildirim şartına uyulmadan feshi hallerinde, şarta uymayan tarafın, diğer tarafa ödemek zorunda olduğu bildirim sürelerine isabet eden ücret miktarıdır.
İş Kanunu madde 17 “Belirsiz süreli iş sözleşmelerinin feshinden önce durumun diğer tarafa bildirilmesi gerekir.İş sözleşmeleri;
- a) İşi altı aydan az sürmüş olan işçi için, bildirimin diğer tarafa yapılmasından başlayarak iki hafta sonra,
- b) İşi altı aydan birbuçuk yıla kadar sürmüş olan işçi için, bildirimin diğer tarafa yapılmasından başlayarak dört hafta sonra,
- c) İşi birbuçuk yıldan üç yıla kadar sürmüş olan işçi için, bildirimin diğer tarafa yapılmasından başlayarak altı hafta sonra,
- d) İşi üç yıldan fazla sürmüş işçi için, bildirim yapılmasından başlayarak sekiz hafta sonra,
Feshedilmiş sayılır….”
İHBAR TAZMİNATINI KİM ÖDER?
İhbar tazminatını usülsüz feshi kim yapıyorsa o ödemekle yükümlüdür. Bu kişi işveren olabileceği gibi işçi de olabilir.
İHBAR TAZMİNATININ NİTELİĞİ NEDİR?
İhbar tazminatının hukuki niteliği hakkında görüş birliği bulunmamaktadır. Örneğin Yargıtay kararlarında ihbar tazminatının hukuki niteliği “yasadan doğan götürü tazminat olarak” açıklanmıştır. Bu nedenle her ne kadar tazminat olarak adlandırılsa da işlevi açısından tazminat olmadığı bellidir.
Fesih hakkı, iş sözleşmesinin derhal veya belli bir sürenin geçmesiyle ortadan kaldırabilme yetkisi veren bozucu nitelik doğuran ve karşı tarafa yöneltilmesi gereken bir haktır.
BELİRLİ SÜRELİ İŞ SÖZLEŞMELERİNDE İHBAR TAZMİNATINDAN BAHSEDİLEMEZ.
Bildirimli fesih belirsiz süreli sözleşmeleri için söz konusudur. Başka bir anlatımla belirli süreli iş sözleşmelerinde fesheden tarafın karşı tarafa bildirimde bulunarak önel tanıması gerekmez. Bu durumda ihbar tazminatının söz konusu olabilmesi için iş sözleşmesinin belirsiz süreli iş sözleşmesi olması gerekmekte ve feshin bildirim sürelerine uyulmadan yapılmış olması gerekmektedir.
FESİH BİLDİRİMİNDE BULUNULMASA DA BAZI HALLER FESİH YAPILDIĞI ANLAMINA GELEBİLİR VE BU DURUMDA İHBAR TAZMİNATI YÜKÜMLÜLÜĞÜ DOĞABİLİR.
Fesih bildirimi, bir yenilik doğuran hak niteliğini taşıdığından ve karşı tarafın hukuki alanını etkilediğinden açık ve belirgin biçimde yapılmalıdır.Yine aynı nedenle kural olarak şarta bağlı fesih bildirimi geçerli değildir.
“Fesih bildiriminde “fesih” sözcüğünün bulunması gerekmez. Fesih iradesini ortaya koyan ifadelerle eylemli olarak işe devam etmeme hali birleşirse bunun fesih anlamına geldiği kabul edilmelidir. Bazen fesih işverenin olumsuz bir eylemi şeklinde de ortaya çıkabilir. İşçinin işe alınmaması, otomatik geçiş kartına el konulması buna örnek olarak verilebilir. Dairemizce, işverenin tek taraşı olarak ücretsiz izin uygulamasına gitmesi halinde, bunu kabul etmeyen işçi yönünden uygulama, işverenin feshi olarak değerlendirilmektedir.” YARGITAY 9. HUKUK DAİRESİ E. 2007/34347, K. 2009/1626, T. 05.01.2009
Yargıtaya göre; mevsimlik işçi ya da vizeli işçi yönünden ise, askı süresinin bitiminde veya mevsim başlangıcında işçinin işe çağrılmaması, işverenin feshi olarak değerlendirilmektedir. Bu durumda işe davet edilmeyen işçi ihbar tazminatına hak kazanır.
Fesih bildiriminin yazılı olarak yapılması gerekmektedir. Ancak yazılı şekil şartı, geçerlilik koşulu olmayıp ispat şartıdır. Fesih bildirimi karşı tarafa ulaştığı anda sonuçlarını doğurur. Ulaşma, muhatabın hakimiyet alanına girdiği andır.
İHBAR SÜRESİ ORTADAN KALDIRILAMAZ VEYA AZALTILAMAZ ANCAK ARTTIRILABİLİR.
Taraflarca bildirim süreleri ortadan kaldırılamaz ya da azaltılamaz.Ancak, sürelerin sözleşme ile arttırılabileceği kanunda düzenlenmiştir.
“4857 sayılı İş Kanununda arttırılabileceği öngörülen ihbar önellerinin, sözleşmelerle fahiş şekilde arttırılmasının kamu düzenine aykırılık oluşturacağı kuşkusuzdur. İşçi lehine olarak öngörülen bu artışın da bir sınırının olması gerekir…İhbar önellerinin arttırılmasını öngören 4857 sayılı iş Kanununun 17. maddesinde bir üst sınır belirlenmemiş olması, kanunda bu yönde bir boşluk bulunduğu şeklinde değerlendirilmelidir. Kanunlarımızda boşluk bulunan hallerde 4721 sayılı Türk Medeni Kanunun 1. maddesine göre hakim, örf ve adete bu da yoksa kendisi kanun koyucu olsaydı nasıl kural koyacak ise ona göre bir karar vermek durumundadır…” YARGITAY 9. HUKUK DAİRESİ E. 2006/109, K. 2006/7052, T. 21.03.2006
“…Üst sınırın en çok ihbar ve kötüniyet tazminatlarının toplamı kadar olabileceği belirtilmelidir…” YARGITAY 9.HUKUK DAİRESİ E.2007/24490, K.2008/20203, T. 14.07.2008
HAKLI NEDENLE FESİH HALİNDE İHBAR TAZMİNATINDAN BAHSEDİLMEZ.
İhbar tazminatı, belirsiz süreli iş sözleşmesini haklı bir nedeni olmaksızın ve usulüne uygun bildirim öneli tanımadan fesheden tarafın, karşı tarafa ödemesi gereken bir tazminattır. Buna göre, öncelikle iş sözleşmesinin Kanunun 24 ve 25. maddeleri (İş sözleşmesinin işçi veya işveren tarafndan haklı nedenle derhal feshi haleri) yazılı olan nedenlere dayanmaksızın feshedilmiş olması ve Kanunun 17. maddesinde belirtilen şekilde usulüne uygun olarak ihbar öneli tanınmamış olması halinde ihbar tazminatı söz konusu olacaktır. Yine haklı fesih nedenine rağmen işçi ya da işverenin 26. maddede öngörülen hak düşürücü süre içinde fesih yoluna gitmemeleri halinde sonraki fesihlerde karşı tarafa ihbar tazminatı ödeme yükümlülüğü doğacaktır.
İhbar tazminatı, iş sözleşmesini fesheden tarafın karşı tarafa ödemesi gereken bir tazminat olduğu için, iş sözleşmesini fesheden tarafın feshi haklı bir nedene dayansa dahi, ihbar tazminatına hak kazanması mümkün olmaz. Yine, işçinin 1475 Sayılı Yasa’nın 14. maddesi hükümleri uyarınca emeklilik, muvazzaf askerlik, evlilik gibi nedenlerle iş sözleşmesini feshetmesi durumunda ihbar tazminatı talep hakkı bulunmamaktadır. Anılan fesihlerde işveren de ihbar tazminatı talep edemez.
İŞE İADE DAVALARINDA İHBAR TAZMİNATI ÖDENMESİ, İŞE BAŞLATMA VE İŞE BAŞLATMAMA HALLERİNDE FARKLILIK GÖSTERMEKTEDİR.
İşe iade davası sonunda, feshin geçersizliğine karar verildikten sonra, işçinin süresi içinde başvurması üzerine, işverence işe başlatılması halinde, daha önce ödenmiş olan tazminatların işçi tarafından iadesi söz konusu olacaktır. İşçi işe başladıktan sonra daha önce almış olduğu ihbar tazminatını iade etmek zorundadır. İşçi işe iade edildikten sonra ihbar tazminatını işverenin talebine rağmen iade etmediği taktirde bu miktara faiz işlemeye başlayacaktır. İşveren kanun yollarına başvurarak işçiye ödenmiş olan ihbar tazminatı geri alabilir.
İşçinin işe başlatılmaması halinde işe başlatmama tarihi fesih tarihi olduğundan, belirtilen fesih tarihine göre ihbar tazminatının ödenmesi gerekir. Geçersiz sayılan fesihte kullandırılan ihbar önelinin işe başlatmama suretiyle gerçekleşen feshe bir etkisi düşünülemez. Ancak, geçersiz sayılan fesih sebebiyle işçiye ihbar önellerine ait ücretin peşin olarak ödenmiş olması halinde yapılan bu ödeme, 4857 sayılı İş Kanunu’nun 21. maddesi hükmüne uygun olarak işe başlatmama tazminatı ve boşta geçen süreye ait ücret alacaklarından mahsup edilir.
Böyle bir durumda, geçersiz sayılan fesihte ödenen ihbar tazminatı, en son işe başlatmama sebebiyle gerçekleşen feshe göre hak kazanılan ihbar tazminatından faizsiz olarak mahsup edilmelidir.
ZAMAN AŞIMI SÜRESİ 5 YILDIR.
25/10/2017’de resmi gazetede yayımlanan 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’un 15. Maddesi ile 4857 sayılı Kanun’a yeni bir madde eklenmiştir. Buna göre, iş sözleşmesinin bildirim şartına uyulmaksızın feshinden kaynaklanan tazminatların 5 yıllık zaman aşımı süresine tabi olduğu kabul edilmiştir.
Bu maddenin yürürlüğü girdiği tarihten önce sona eren iş sözleşmelerinden kaynaklanan bu tazminatlar hakkında TBK’nın 146. Maddesi uyarınca 10 yıllık zaman aşımı uygulanır. Ancak 10 yıllık zaman aşımı süresi henüz dolmamış ve dolmayan kısım yukarıda belirtilen 5 yıllık süreden fazla ise, 5 yılın geçmesi ile zaman aşımı süresi dolmuş olur.
İHBAR TAZMİNATI HESAPLANIRKEN ÜCRET DIŞINDAKİ ÖDEMELER DE DİKKATE ALINIR.
İhbar tazminatının hesabında Kanunun 32. maddesinde yazılı olan ücrete ek olarak işçiye sağlanmış para veya para ile ölçülebilir menfaatler de dikkate alınır. Ücret dışında kalan parasal hakların bir yılda yapılan ödemeler toplamının 365’e bölünmesi suretiyle bir günlük ücrete eklenmesi gereken tutar belirlenir.
Av. Aliye Gökçe Göker
tarafından Av. Aliye Gökçe Göker | Oca 24, 2018 |
Kefalet sözleşmesi, kefilin alacaklıya karşı, borçlunun borcunu ifa etmemesinin sonuçlarından kişisel olarak sorumlu olmayı üstlendiği sözleşmedir.
Kefalet sözleşmesi, mevcut ve geçerli bir borç için yapılabilir. Ancak, gelecekte doğacak veya koşula bağlı bir borç için de, bu borç doğduğunda veya koşul gerçekleştiğinde hüküm ifade etmek üzere kefalet sözleşmesi kurulabilir.
Yanılma veya ehliyetsizlik sebebiyle borçlunun sorumlu olmadığı bir borç için kişisel güvence veren kişi, yükümlülük altına girdiği sırada, sözleşmeyi sakatlayan eksikliği biliyorsa, kefaletle ilgili kanun hükümlerine göre sorumlu olur. Aynı kural, borçlu yönünden zamanaşımına uğramış bir borca kefil olan kişi hakkında da uygulanır.
Kefalet Sözleşmesinin Şekli:
Kefalet sözleşmesi, yazılı şekilde yapılmadıkça ve kefilin sorumlu olacağı azamî miktar ile kefalet tarihi belirtilmedikçe geçerli olmaz. Kefilin, sorumlu olduğu azamî miktarı, kefalet tarihini ve müteselsil kefil olması durumunda, bu sıfatla veya bu anlama gelen herhangi bir ifadeyle yükümlülük altına girdiğini kefalet sözleşmesinde kendi el yazısıyla belirtmesi şarttır.
“Taraflar arasındaki kira sözleşmesinde kefilin sorumlu olduğu azami miktar ve kefalet tarihine dair el yazısı ile yazılmış bir ibare bulunmamaktadır. Bu durumda TBK.nun 583.maddesinde belirtilen şekil şartlarına uyulmadan yapılan kefalet sözleşmesi geçersiz olduğundan, mahkemece davalı kefil İ… A.Ş. hakkındaki davanın bu sebeple reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde kefil hakkında da itirazın kaldırılmasına karar verilmesi doğru değildir.” (YARGITAY 8. HUKUK DAİRESİ E. 2017/2095, K. 2017/7610, T. 23.5.2017)
Ayrıca kefalet sözleşmesinde sonradan yapılan ve kefilin sorumluluğunu artıran değişiklikler, kefalet için öngörülen şekle uyulmadıkça hüküm doğurmaz.
Kefalet Sözleşmesinde Eşin Rızası:
Yürürlüğe giren Türk Borçlar Kanunu ile kefalet sözleşmelerinde artık eşin rızası aranmaktadır.
Bu durumda eşlerden biri mahkemece verilmiş bir ayrılık kararı olmadıkça veya yasal olarak ayrı yaşama hakkı doğmadıkça, ancak diğerinin yazılı rızasıyla kefil olabilir; bu rızanın sözleşmenin kurulmasından önce ya da en geç kurulması anında verilmiş olması şarttır.
Kefalet sözleşmesinde sonradan yapılan ve kefilin sorumlu olacağı miktarın artmasına veya adi kefaletin müteselsil kefalete dönüşmesine ya da kefil yararına olan güvencelerin önemli ölçüde azalmasına sebep olmayan değişiklikler için eşin rızası gerekmez.
Ticaret siciline kayıtlı ticari işletmenin sahibi veya ticaret şirketinin ortak ya da yöneticisi tarafından işletme veya şirketle ilgili olarak verilecek kefaletler, mesleki faaliyetleri ile ilgili olarak esnaf ve sanatkârlar siciline kayıtlı esnaf veya sanatkârlar tarafından verilecek kefaletler, 27/12/2006 tarihli ve 5570 sayılı Kamu Sermayeli Bankalar Tarafından Yürütülen Faiz Destekli Kredi Kullandırılmasına Dair Kanun kapsamında kullanılacak kredilerde verilecek kefaletler ile tarım kredi, tarım satış ve esnaf ve sanatkârlar kredi ve kefalet kooperatifleri ile kamu kurum ve kuruluşlarınca kooperatif ortaklarına kullandırılacak kredilerde verilecek kefaletler için eşin rızası aranmaz.
“… 07.04.2015 tarihli kefalet tutanağında görüleceği üzere, icra kefilinin, aynı zamanda eşi olan borçlunun borcuna kefil olduğu anlaşılmaktadır… temyiz incelemesine konu olayda da kefalete rıza gösterecek eşin, borçlunun bizatihi kendisi olması sebebiyle ve de kefil olunacak borçlu eşin, kendisine verilecek kefalete rıza göstermeyeceğinin kabulünün de hayatın olağan akışına aykırı olacağı düşüncesiyle, eşin, borçlu eşe kefil olmak istemesi halinde, kefaletin geçerli olması için eş rızasına lüzum olmadığının kabulü gerekir. Kaldı ki, eş rızasının aranmasına yönelik kanuni düzenlemenin temel maksadının, eşlerin birbirlerinin borçlandırıcı tasarruflarından haberdar olma ve borçlandırıcı işlemleri aile bütünlüğü içerisinde birlikte yapma olduğu nazara alındığında, somut olaydaki gibi borçlu eşin diğer eşin kefaletine rıza göstermesi şartının aranmasının fuzuli olacağı tabiidir.O halde, mahkemenin de kabulünde olduğu üzere, diğer şekil şartlarına uyulması sebebiyle kefalet geçerli olduğundan, şikayetin tümden reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçe ile istemin kısmen kabulü yönünde hüküm tesisi isabetsizdir.( YARGITAY 12. HUKUK DAİRESİ E. 2016/12256, K. 2016/21462, T. 13.10.2016)
KEFALET TÜRLERİ:
Adi kefalette alacaklı, borçluya başvurmadıkça, kefili takip edemez; ancak, aşağıdaki hâllerde doğrudan doğruya kefile başvurabilir:
- Borçlu aleyhine yapılan takibin sonucunda kesin aciz belgesi alınması.
- Borçlu aleyhine Türkiye’de takibatın imkansız hale gelmesi veya önemli ölçüde güçleşmesi.
- Borçlunun iflasına karar verilmesi.
- Borçluya konkordato mehili verilmiş olması.
Alacak, kefaletten önce veya kefalet sırasında rehinle de güvence altına alınmışsa, adi kefalette kefil, alacağın öncelikle rehin konusundan alınmasını isteyebilir. Ancak, borçlunun iflasına veya kendisine konkordato mehli verilmesine karar verilmişse, bu hüküm uygulanmaz.
Sadece açığın kapatılması için kefil olunmuşsa, borçlu aleyhine yapılan takibin kesin aciz belgesi alınmasıyla sonuçlanması veya borçlu aleyhine Türkiye’de takibatın imkânsız hâle gelmesi ya da konkordatonun kesinleşmesi durumlarında, doğrudan doğruya kefile başvurulabilir. Sözleşmede, bu durumlarda alacaklının, önce asıl borçluya başvurmak zorunda olduğu kararlaştırılabilir.
Kefil, müteselsil kefil sıfatıyla veya bu anlama gelen herhangi bir ifadeyle yükümlülük altına girmeyi kabul etmişse alacaklı, borçluyu takip etmeden veya taşınmaz rehnini paraya çevirmeden kefili takip edebilir. Ancak, bunun için borçlunun, ifada gecikmesi ve ihtarın sonuçsuz kalması veya açıkça ödeme güçsüzlüğü içinde olması gerekir.
“Talep, ihtiyati haciz istemine dair olup mahkemece yazılı gerekçelerle talebin reddine karar verilmiştir. Alacaklının müteselsil kefillere başvurma koşullarının düzenlendiği 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 586. maddesine göre, kefil, müteselsil kefil sıfatıyla veya bu anlama gelen herhangi bir ifadeyle yükümlülük altına girmeyi kabul etmişse alacaklı, borçluyu takip etmeden veya taşınmaz rehnini paraya çevirmeden kefili takip edebilir. Ancak, bunun için borçlunun, ifada gecikmesiyle ihtarın sonuçsuz kalması veya açıkça ödeme güçsüzlüğü içinde olması gerekir. Madde metninden de açıkça anlaşılacağı üzere TBK’nın yürürlüğe girmesinden önce asıl borçluya başvurulmadan müteselsil kefile gidilebilmesi mümkün iken, TBK’nın anılan düzenlemesi ile bu artık mümkün olmamakta, asıl borçluya başvurulmadan müteselsil kefile doğrudan doğruya başvurulamamaktadır. Buna göre somut olayda ihtiyati haciz isteyen alacaklı banka tarafından, borçlu ile müteselsil kefillere keşide edilen kat ihtarnamesi borçlulara tebliğ edilmeden, ihtarnamenin düzenlenme tarihinden bir gün sonra ihtiyati haciz talebinde bulunulmuştur. Ancak, talep tarihinde yürürlükte bulunan 6098 Sayılı TBK 586/1. maddesi uyarınca müteselsil kefiller hakkında ihtiyati haciz kararı verilebilmesi için asıl borçluya çekilen ihtarın sonuçsuz kalması ve asıl borçlunun ifada gecikmesinin gerekmesine, asıl borçluya çekilen ihtarın tebliğinin kanıtlanamamış olmasına göre, ihtiyati haciz talebinin reddi gerektiğinden sonucu itibariyle yerinde olan kararın açıklanan bu değişik gerekçeyle onanmasına karar verilmesi gerekmiştir.”( YARGITAY 11. HUKUK DAİRESİ E. 2016/8594, K. 2016/7311, T. 19.9.2016)
Alacak, teslime bağlı taşınır rehni veya alacak rehni ile güvenceye alınmışsa, rehnin paraya çevrilmesinden önce kefile başvurulamaz. Ancak, alacağın rehnin paraya çevrilmesi yoluyla tamamen karşılanamayacağının önceden hakim tarafından belirlenmesi veya borçlunun iflas etmesi ya da konkordato mehli verilmesi hallerinde, rehnin paraya çevrilmesinden önce de kefile başvurulabilir.
Birden çok kişi, aynı borca birlikte kefil oldukları takdirde, her biri kendi payı için adi kefil gibi, diğerlerinin payı için de kefile kefil gibi sorumlu olur.
Borçluyla birlikte veya kendi aralarında müteselsil kefil olarak yükümlülük altına giren kefillerden her biri, borcun tamamından sorumlu olur. Ancak, bir kefil, kendisiyle birlikte daha önce veya aynı zamanda müteselsilen yükümlü bulunan ve Türkiye’de takip edilebilen bütün kefillere karşı takibe girişilmiş olmadıkça, kendi payından fazlasını ödemekten kaçınabilir. Bir kefil, bu hakkı, diğer kefillerin kendi paylarını ödemiş veya ayni güvence sağlamış olmaları durumunda da kullanabilir. Aksine anlaşmalar saklı kalmak kaydıyla, borcu ödeyen kefil, kendi paylarını daha önce ödememiş olmaları ölçüsünde, diğer kefillere karşı rücu hakkına sahiptir. Bu hak, borçluya rücudan ö nce de kullanılabilir.
Alacaklı, kefilin aynı alacak için başka kişilerin de kefil olduğunu veya olacağını varsayarak kefalet ettiğini biliyor veya bilmesi gerekiyorsa, bu varsayımın sonradan gerçekleşmemesi veya kefillerden birinin alacaklı tarafından kefalet borcundan kurtarılması ya da kefaletinin hükümsüz olduğuna karar verilmesi durumunda kefil, kefalet borcundan kurtulur.
Birbirlerinden bağımsız olarak aynı borç için kefil olanlardan her biri, kefalet borcunun tamamından sorumlu olur. Ancak, borcu ödeyen kefil aksine anlaşma olmadıkça, diğerlerine toplam kefalet miktarındaki payı oranında rücu hakkına sahiptir.
- Kefile Kefil ve Rücua Kefil:
Kefilin borcu için alacaklıya güvence veren kişiye kefile kefil denir. Bu kişi, alacaklıya karşı kefil ile birlikte, adi kefil gibi sorumludur.
Rücua kefil, kefilin borçludan rücu alacağı için güvence veren kefildir.
Kefilin Sorumluluğunu Kapsamı:
Kefil, her durumda kefalet sözleşmesinde belirtilen azamî miktara kadar sorumludur.Aksi sözleşmede kararlaştırılmamışsa kefil, belirtilen azamî miktarla sınırlı olmak üzere, aşağıdakilerden sorumludur:
- Asıl borç ile borçlunun kusur veya temerrüdünün yasal sonuçları.
- Alacaklının, kefile, onun borcu ödeyerek yapılmalarını önleyebileceği uygun bir zaman önce bildirmesi koşuluyla, borçluya karşı yönelttiği takip ve davaların masrafları ile gerektiğinde rehinlerin kefile tesliminin ve rehin haklarının devrinin sebep olduğu masraflar.
- İşlemiş bir yıllık ve işlemekte olan yıla ait akdî faizler ile gerektiğinde tahvil karşılığında ödünç verilen anaparanın işlemiş bir yıllık ve işlemekte olan yıla ait faizleri.
Sözleşmede açıkça kararlaştırılmamışsa kefil, borçlunun sadece kefalet sözleşmesinin kurulmasından sonraki borçlarından sorumludur.Unutulmamalıdırki kefilin, asıl borç ilişkisinin hükümsüz hâle gelmesinin sebep olduğu zarardan ve ceza koşulundan sorumlu olacağına ilişkin anlaşmalar kesin olarak hükümsüzdür.
Borçlunun iflası sebebiyle olsa bile, borç muaccel olduğu takdirde kefil, alacaklıdan yapacağı ödemeyi kabul etmesini her zaman isteyebilir. Bir borca birden çok kişinin kefil olması durumunda alacaklı, kefillerden biri tarafından yapılacak kısmi ödemeyi, bunu öneren kefile düşen paydan az olmamak koşuluyla, kabul etmek zorundadır.
Alacaklı haklı bir sebep olmaksızın ödemeyi kabul etmekten kaçınırsa, kefil borcundan kurtulur; birlikte müteselsil kefalette ise, kefillerin sorumluluğu kendilerine düşen pay miktarınca azalır.Alacaklının rızası varsa kefil, asıl borcu muaccel olmasından önce de ödeyebilir. Ancak, bu durumda kefil, asıl borçluya karşı rücu hakkını borcun muaccel olmasından önce kullanamaz.
Borcu tamamen veya kısmen ödeyen kefil, durumu borçluya bildirmek zorundadır.Kefil, bu bildirimde bulunmazsa ve ödemeyi bilmeyen veya bilmesi gerekmeyen borçlu da alacaklıya ifada bulunursa, rücu hakkını kaybeder.Kefilin, alacaklıya karşı sebepsiz zenginleşmeden doğan dava hakkı saklıdır.
Kira sözleşmelerinde kefilin sorumluluğu:
“Davalılardan kefil F. K.’ın temyiz itirazlarına gelince; Taraflar arasında 01.06.2003 başlangıç tarihli ve bir yıl süreli kira sözleşmesi düzenlendiği hususunda uyuşmazlık bulunmamaktadır. Davalı borçlulardan F. K. kira sözleşmesini müşterek müteselsil kefil sıfatıyla imzalamıştır. Davacı alacaklı, davalı kiracı şirket ve kefil aleyhine 13.11.2009 tarihinde başlatmış olduğu icra takibi ile Ocak/2007 ile Haziran/2014 ayları arası toplam 52.500-TL asıl alacak ile 7.378,76-TL işlemiş faizin tahsilini istemiştir. Müteselsil kefaleti düzenleyen T.B.K.nun 586.maddesiyle kefalette şekil şartını düzenleyen 583.maddesi hükmüne göre kefilin sorumlu olacağı azami miktar ile kefalet tarihi belirtilmedikçe kefalet geçerli olamaz. Müteselsil kefilin sorumluluğu kira sözleşmesindeki ilk yıl için geçerlidir. Yenilenen dönemlerde de sorumlu tutulabilmesi için kefalet süresi ile kefil olunan miktarın açıkça kararlaştırılması gerekmektedir. Davacının dayandığı kira sözleşmesinde de kefilin sorumlu olduğu süre ve kefalet miktarı açıkça kararlaştırılmadığına göre yenilenen döneme ait kira parasından kefilin sorumlu tutulması doğru olmadığından hükmün bozulması gerekmiştir.”( YARGITAY 6. HUKUK DAİRESİ E. 2015/940, K. 2015/11221, T. 17.12.2015)
Kefaletin Sona Ermesi:
- Hangi sebeple olursa olsun, asıl borç sona erince, kefil de borcundan kurtulur.
- Bir gerçek kişi tarafından verilmiş olan her türlü kefalet, buna ilişkin sözleşmenin kurulmasından başlayarak on yılın geçmesiyle kendiliğinden ortadan kalkar. Kefalet, on yıldan fazla bir süre için verilmiş olsa bile, uzatılmış veya yeni bir kefalet verilmiş olmadıkça kefil, ancak on yıllık süre doluncaya kadar takip edilebilir.
- Gelecekte doğacak bir borca kefalette, borçlunun borcun doğumundan önceki mali durumu, kefalet sözleşmesinin yapılmasından sonra önemli ölçüde bozulmuşsa veya mali durumunun, kefalet sırasında kefilin iyiniyetle varsaydığından çok daha kötü olduğu ortaya çıkmışsa, kefil alacaklıya yazılı bir bildirimde bulunarak, borç doğmadığı sürece her zaman kefalet sözleşmesinden dönebilir. Kefil, alacaklının kefalete güvenmesi sebebiyle uğradığı zararı gidermekle yükümlüdür.
Av. Aliye Gökçe GÖKER
tarafından Av. Aliye Gökçe Göker | Kas 16, 2017 |
Miras bırakanın ölümünden sonra miras açılır ve terekenin aktifi ve pasifi kendiliğinden mirasçılara geçer. Bu andan itibaren mirasçılar, miras bırakanın tüm alacak ve borçlarından sorumlu olurlar. Hatırlatmak gerekir ki, mirasçılar miras bırakanın borçlarından yalnız tereke ile değil, kendi şahsi mal varlıkları ile de sorumlu olurlar.
Bazen mirasın pasifi yani borçları aktifinden fazla olur, böyle bir durumda mirasçı terekenin borçlarını ödeyemeyebilir veya bu borcu yüklenmek istemeyebilir.
Bu tarz bir durumla karşı karşıya gelmek istemeyen mirasçılar için, kanun koyucu yasal ve atanmış mirasçılara mirası kabul etmeme imkanı sağlamıştır (TMK md. 605-618). Yasal ve atanmış mirasçıların terekenin tüm alacak ve borçlarıyla beraber bütün hak ve yükümlülüklerini reddemesine; mirasın reddi denir.
Mirasın reddi iki yolla olabilir. Bunlar :
1- Gerçek red
2-Hükmi red
1-MİRASIN GERÇEK REDDİ:
Mirası reddetmek isteyen yasal veya atanmış mirasçılar, görevli ve yetkili mahkemeden bunu sözlü veya yazılı olarak talep etmelidirler. Mirasın reddinde görevli ve yetkili mahkeme miras bırakanın son yerleşim yerindeki Sulh Hukuk Mahkemesi’dir. Bu yetki kesin yetkidir.
“…İstem, mirasın gerçek reddine (TMK. 605/1 md.) ilişkindir. Mirasın reddi istemi, mirasın açıldığı yerin Sulh Hukuk Mahkemesinde mirasçı tarafından sözlü veya yazılı beyanla bulunulabilir. Buradaki yetki kesin olup, miras bırakanın son yerleşim yerindeki Sulh Hukuk Mahkemesi görevli ve yetkili mahkemedir…” (Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E. 2013/7783 , K. 2013/9629 , T. 21.6.2013)
Ret süresi sona ermeden mirasçı olarak tereke işlemlerine karışan, terekenin olağan yönetimi niteliğinde olmayan veya mirasbırakanın işlerinin yürütülmesi için gerekli olanın dışında işler yapan ya da tereke mallarını gizleyen veya kendisine mal eden mirasçı, mirası reddedemez.(TMK md. 610/2)
Mirası reddetmek isteyen mirasçılar mirasın tümünü reddetmelidirler. Mirasın bir kısmının reddedilmesi mümkün değildir.
Yasal Veya Atanmış Mirasçıların Mirası Reddebilmesi İçin Şu Koşullar Gereklidir:
- Mirası reddetmek isteyen mirasçılar tek taraflı irade beyanında bulunmalıdırlar. Mirasçının mirası reddedebilmesi için fiil ehliyetine sahip olması gerekir. Fiil ehliyetine sahip olmayanların ise yasal temsilcileri bu işlemi gerçekleştirebilirler.
- Red beyanı 3 aylık hak düşürücü süre içinde yapılmalıdır. Üç aylık hak düşürücü süre yasal mirasçılar için miras bırakanın ölümününden veya mirasçı olduklarını öğrendikleri tarihte başlar. Atanmış mirasçılar için ise ,bu süre mirasçı olduklarını öğrendikleri tarihte başlar. Yapılan red sonucunda miras daha önceden mirasçı olmayan kişilere geçerse, TMK md. 608/3’e göre bu kişiler için ret süresi, önceki mirasçılar tarafından mirasın reddedildiğini öğrendikleri tarihten işlemeye başlar.
Mirası Red Süresi Uzatılabilir Mi?
Önemli sebeplerin varlığı halinde hakim, yasal ve atanmış mirasçılara tanınmış olan ret süresini uzatabilir veya yeni bir süre tanıyabilir. (TMK md. 615)
- Red beyanı kayıtsız ve şartsız olmalıdır. Kayıta veya şarta bağlanmış olan red beyanları geçersiz sayılır. (TMK md. 609/2)
Mirasçılar tarafından yapılan sözlü veya yazılı red beyanını Sulh Hukuk Mahkemesi hakimi bir tutanakla tespit eder. Burada hakimin asli görevi red beyanın süresinde yapılıp yapılmadığını ve red beyanında bulunan kişilerin mirasçı olup olmadığını belirlemektir. Bu şartlar gerçekleşiyorsa hakim red beyanını tescil etmelidir.
“…Böyle bir davada sulh hakiminin görevi, reddin süresinde olup olmadığı ve reddedenin mirasçılık sıfatı bulunup bulunmadığını incelemek, süre koşulu ile mirasçılık sıfatının gerçekleşmesi halinde ise, red beyanını tespit ve tescil etmekten ibarettir…” (Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E. 2013/23635 , K. 2014/15790 , T. 12.9.2014)
Sulh Hukuk hakimince tescil yapıldıktan sonra, mirası reddetmiş olan mirasçılar, reddin iptalini tek taraflı olarak talep edemezler. Ancak Borçlar Kanunu’nda sayılan irade bozukluğu hallerden biri mevcutsa mahkemeye başvurarak iptal talebinde bulunabilirler.
2-MİRASIN HÜKMEN REDDİ:
Ölümü tarihinde mirasbırakanın ödemeden aczi açıkça belli veya resmen tespit edilmiş ise, miras reddedilmiş sayılır. (TMK md. 605/2)
Yasa hükmünden de anlaşılacağı üzere mirasın hükmen reddi herhangi bir süreye bağlanmamıştır.
“…Mirasın hükmen reddi bir süreye tabi olmayıp, mirasçılar, alacaklılara karşı açacakları tespit davası ile terekenin borca batık olduğunun tespitini her zaman isteyebilecekleri gibi, mirasçılara karşı açılacak davada defi olarak da her zaman terekenin borca batık olduğu ileri sürülebilirler…”(YARGITAY 21. Hukuk Dairesi E. 2016/9919, K. 2017/5923, T. 10.7.2017)
Mirasın hükmen reddinin koşulu, murisin ölümü tarihindeki borçlarının, alacakları ve tüm hakları da dahil olmak üzere mal varlığından fazla olmasıdır.
Mirasın hükmen reddinden bahsedebilmek için aranan şart, mirasın borca batıklığı, murisin ölümü tarihinde söz konusu olmalıdır. Borca batıklığın resmen tespit edilmiş veya tespit edilebilir olması gerekmektedir.
Murisin malvarlığının borçlarını karşılayamayacak durumda olduğu, mirasçıları tarafından biliniyor ise mirasçılar mirasın hükmen reddini talep edebilir.
MİRASI REDDEDEN MİRASÇININ ALT SOYUNUN DURUMU:
Yasal mirasçılardan biri mirası reddederse onun payı, miras açıldığı zaman kendisi sağ değilmiş gibi, hak sahiplerine geçer.
“….Mirasbırakan 13.07.2009 tarihinde bekar ve çocuksuz olarak ölmüş, yasal mirasçı olarak annesi, kardeşleri Yurdanur ve Aynur ile kendisinden evvel vefat eden kardeşi Naci’nin oğlu Okan kalmıştır. Yasal mirasçılarından kız kardeşleri Yurdanur ve Aynur, mirası kayıtsız şartsız reddetmişlerdir. Mirası reddedenlerin payı, miras açıldığı zaman sağ değillermiş gibi, kendi alt soylarına geçmiştir ( TMK.md.611 ). Ret sebebiyle miras açıldığı andan itibaren Yurdanur ve Aynur, yasal mirasçılık sıfatlarını yitirdiklerinden bunların eşleri hiçbir zaman mirasçı olamazlar. Yasal mirasçılık sıfatı bulunmayanların ise mirası ret hakkı yoktur. Bu bakımından, mahkemece verilen ret kararı, davalı Hasan ve Necabettin yönünden açıklanan sebeple sonucu itibarıyla usul ve yasaya uygun olup, adı geçen davacıların temyiz itirazları bu sebeple yerinde görülmemiştir.
Davacılardan Tevfik ve Bülent, mirası reddeden Yurdanur’un alt soyu, Onur Murat ve Eda ise mirası reddeden Aynur’un alt soyudur. Ret sonucunda miras daha önce mirasçı olmayanlara geçerse, bunlar için ret süresi, önceki mirasçılar tarafından mirasın reddedildiğini öğrendikleri tarihten işlemeye başlar ( TMK.md.608/3 ). O halde, öğrenme tarihine yönelik deliller toplanarak sonucuna göre reddin süresinde olup olmadığının tespiti gerekir. Bu husus gözetilmeden eksik inceleme ile yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiştir…” (Yargıtay 2. Hukuk Dairesi E. 2011/2321, K. 2012/8265, T. 3.4.2012)
MİRASIN REDDİNİN SONUÇLARI:
En yakın yasal mirasçıların tamamı tarafından reddolunan miras, sulh mahkemesince iflas hükümlerine göre tasfiye edilir.Tasfiye sonunda arta kalan değerler, mirası reddetmemişler gibi hak sahiplerine verilir.
Mirasçılar, mirası reddederken, kendilerinden sonra gelen mirasçılardan mirası kabul edip etmeyeceklerinin sorulmasını tasfiyeden önce isteyebilirler.Bu takdirde ret, sulh hakimi tarafından daha sonra gelen mirasçılara bildirilir; bunlar bir ay içinde mirası kabul etmezlerse reddetmiş sayılırlar.Bunun üzerine miras, iflas hükümlerine göre tasfiye edilir ve tasfiye sonunda arta kalan değerler, önce gelen mirasçılara verilir.
Av. Aliye Gökçe Göker
tarafından Av. Aliye Gökçe Göker | Eki 16, 2017 |
Olağan zamanaşımı ile mülkiyeti kazanma Medeni Kanun madde 712’de işlenmiştir .
Medeni Kanun madde 712 “Geçerli bir hukuki sebep olmaksızın tapu kütüğüne malik olarak yazılan kişi, taşınmaz üzerindeki zilyetliğini davasız ve aralıksız olarak on yıl süreyle ve iyiniyetle sürdürürse, onun bu yolla kazanmış olduğu mülkiyet hakkına itiraz edilemez.”
Olağan zamanaşımı ile kazanma, yalnızca tapu kütüğüne kaydedilmiş taşınmazlar için geçerli bir kazanma yoludur. Ancak kamu malı niteliğinde olan taşınmazlar madde kapsamı dışında tutulmuştur.
Taşınmazı olağan zamanaşımı ile kazanımda gerekli şartlar:
- Yolsuz tescil ile taşınmaza zilyet olma:
Bu madde hükümlerinin uygulanabilmesi için taşınmaza zilyet olanın,o taşınmazın tapu kütüğündeki yaprağına yolsuz tescile dayanarak yazılmış olması gerekir. Yolsuz tescil; kanunların öngördüğü usullere uymayan bir işleme dayandırılarak oluşturulan sicillerdir. Yolsuz tescilin ortaya çıkması için sözleşmenin yasada öngörülen biçime aykırı olarak yapılması, tasarruf yetkisinin olmaması, temsilde sakatlık olması vb. gibi durumların meydana gelmesi yeterli olur.
- Zilyedin iyi niyetli olması:
Zilyedin taşınmazı iyi niyetle elinde bulunduruyor olması gerekmektedir. Bir olayı bilmeyen kimsenin bilgisizliği, onun kendi kusuru yüzündense, o kişi iyi niyete dayanamaz. Yani kanun iyi niyeti kusursuz bilgisizlik kapsamında tutmuştur.
Türk Medeni Kanunu madde 1020 “Tapu sicili herkese açıktır.İlgisini inanılır kılan herkes, tapu kütüğündeki ilgili sayfanın ve belgelerin tapu memuru önünde kendisine gösterilmesini veya bunların örneklerinin verilmesini isteyebilir.”
Medeni Kanun madde 1020 sayesinde kimse tapudaki kaydı,tescili,şerhi bilmediğini ileri süremez. İleri süren kişilerinde yaptıkları iktisaplar iyi niyetli yapılmış olarak kabul edilmez.
Doktrindeki yaygın görüşe göre bir kişi hayattayken kötü niyetle taşınmaz maliki olarak tapu kütüğüne kayıt olduysa kazandırıcı zamanaşımı işlemeyecektir. Ancak bu kişi öldüğünde, kötü niyetli miras bırakanın iyi niyetli mirasçıları Medeni Kanun md. 712’den yararlanabilicektir. MK md. 712’de bahsedilen 10 yıllık süre mirasçılar için miras bırakanın ölüm günü başlar.
- Zilyedliğin aralıksız ve çekişmesiz 10 yıl devam etmesi;
Olağan zamanaşımı ile mülkiyetin kazanılması için taşınmazın zilyetliğinin çekişmesiz 10 yıl devam etmesi gerekmektedir.
10 yıllık zamanaşımı süresinin zilyetliğin başlangıcından mı yoksa yolsuz tescilin yapıldığı günden mi başladığına dair çeşitli görüş ayrılıkları bulunmaktadır.
Önceki zilyetlik süresinin hesaba katılması:
Türk Medeni Kanunu madde 996 “Kazandırıcı zamanaşımından yararlanma hakkına sahip olan zilyet, zilyetliği kendisine devreden aynı yetkiye sahip idiyse onun zilyetlik süresini kendi süresine ekleyebilir.”
Birbiri ardından gelen zilyetlerin, zilyet sürelerinin birbirine eklenebimesi için, her birinin TMK madde 712’deki koşulları taşıması gerekir.
Olağan zamanaşımı ile taşınmazı kazanımın sonucu:
Anlatalan kazanım şekli geriye etkili olarak sonuçlar doğurur.böyle bir durumda tescilin başlangıçtan itibaren geçerli olduğu kabul edilir ve mülkiyet hakkıda tescil anında kazanılmış sayılır.
Av. Aliye Gökçe Göker
tarafından Av. Aliye Gökçe Göker | Eki 12, 2017 |
Evli çiftler, çocukları doğduktan sonra o çocuğun bakımından, gözetiminden,korunmasından ve eğitim masraflarından birlikte sorumludurlar. Çiftler boşansa dahi çocuklarının bu ihtiyaçlarını ortak şekilde karşılamakla yükümlü olmaya devam ederler.
Türk Medeni Kanunu’nun 182. maddesi kapsamında, boşanmış ve çocuğun velayetine sahip olmayan anne yada baba, çocuğun bakım ve eğitim giderlerine maddi gücü oranında katılmak zorundadır. İşte çocuğun giderlerini karşılamak için verilen bu nafakaya ülkemizde iştirak nafakası denmektedir.
TMK madde 182/2 “Velayetin kullanılması kendisine verilmeyen eşin çocuk ile kişisel ilişkisinin düzenlenmesinde, çocuğun özellikle sağlık, eğitim ve ahlak bakımından yararları esas tutulur. Bu eş, çocuğun bakım ve eğitim giderlerine gücü oranında katılmak zorundadır.”
İŞTİRAK NAFAKASI HANGİ GİDERLERİ İÇERİR?
İştirak nafakası; çocuğun yiyecek,giyecek,barınma,sağlık,dinlenme,eğitim,harçlık gibi giderlerini kapsamaktadır. Mahkeme, burada sayılan giderleri iştirak nafakasından ayrı bir gider sayarak hüküm kuramaz. Örneğin, mahkemece iştirak nafakası hesaplanırken çocuğun sağlık giderlerini ayrı bir gider olarak yeniden hesaplayamaz bu hesaplama iştirak nafakasının içinde yapılmalıdır.
T.C. YARGITAY 2. HUKUK DAİRESİ E. 2003/5179 K. 2003/8223 T. 03.06.2003 “…İştirak nafakasının içersinde, barınma, giyinme, beslenme, eğitim, ulaşım gibi zaruri giderler bulunmaktadır. Mahkemece bu yön ve davacının talebi de dikkate alınıp, nafaka takdiri gerekirken, infazda karışıklık yaratacak şekilde ( HUMK.md. 388 ) okul ve servis ücreti ayrık tutularak hüküm kurulması usul ve yasaya aykırıdır…”
İŞTİRAK NAFAKASI NE ZAMAN TALEP EDİLMELİDİR?
İştirak nafakası ,boşanma davası sırasında anne veya baba tarafından talep edilebilir. Boşanma dilekçesinde iştirak nafakası talep edilmemişse dahi, dava sürecinde daha sonraki bir zamanda telep edilebilir.(T.C. YARGITAY 2. HUKUK DAİRESİ E.2012/2202 K.2012/21943 T.)
İştirak nafakası talebinde bulunacak olan anne veya baba; boşanma davası ile yahut karşı dava ile yahut bağımsız bir dava ile talepte bulanabilir. Ayrıca iştirak nafakası, koşulların değişmesi ile her zaman mahkemeye başvurularak mahkemece azaltılabilir veya çoğaltılabilir.
İŞTİRAK NAFAKASINA RE’SEN KARAR VERİLEBİLİR.
Yukarıda “TMK madde 182 uyarınca anne ve baba çocuğun giderlerine gücü oranında katılmak zorundadır.” demiştik. Bu kanun maddesi dolayısıyla mahkeme boşanma davasının kararını verirken tarafların bir talebi olmasa dahi re’sen çocuğa iştirak nafası verilmesine karar vermelidir.
T.C. YARGITAY 2. HUKUK DAİRESİ E.2015/8325 K.2015/22518 T.30.11.2015 “..Velayeti davacı anneye bırakılan 10.02.2013 doğumlu müşterek çocuk S.için doğum tarihinden itibaren geçerli olmak üzere aylık 150 TL tedbir nafakasına hükmedilmiş, iştirak nafakası hususunda olumlu olumsuz bir hüküm kurulmamıştır. Velayetin kullanılması kendisine verilmeyen eş, çocuğun bakım ve eğitim giderlerine gücü oranında katılmak zorundadır (TMK. md. 182/2) Hakim, bu hususu boşanmaya karar verirken, talep olup olmadığına bakmaksızın re’sen gözetmek zorundadır. Buna göre; müşterek çocuk için boşanma kararının kesinleşmesinden itibaren iştirak nafakasına hükmedilmesi gerekirken bu yönün gözetilmemesi usul ve yasaya aykırıdır.
İŞTİRAK NAFAKASI NE ZAMAN ÖDENMEYE BAŞLANIR?
Kural olarak iştirak nafakası kararı boşanma kararı ile verilmektedir. Bu halde, iştirak nafakasının başlangıcı boşanma kararının kesinleştiği gündür. Boşanma davasının açıldığı tarihten – kararın kesinleşmesine kadarki süreçte çocuk hakkında takdir edilen nafakaya iştirak nafakası değil, tedbir nafakası denmektedir. Kararın kesinleşmesi ile tedbir nafakası iştirak nafakasına dönüşmektedir. Bu iki nafaka türü birbirine karıştırılmamalıdır. Aslen aynı niteliğe sahip olsalar da; ismen farklı iki nafaka olarak kabul edilmektedirler.
Herhangi bir nedenle boşanma davasında iştirak nafakası kararı verilmediyse daha sonra açılacak bir dava ile iştirak nafakası talep edilebilir. Bu durumda iştirak nafakasının başlangıcı bu bağımsız davanın kesinleşme tarihidir.
İştirak nafakası çocuğa verilen bir nafaka çeşididir. Bu durumda çocuk doğmadan iştirak nafakası verilemeyeceği gibi soy bağı kurulmadan da iştiraf nafakası verilemez.
İŞTİRAK NAFAKASININ NE ZAMAN SONA ERER?
- İştirak nafakası verilen çocuk ölmüşse, iştirak nafakası çocuğun ölüm tarihi ile kendiliğinden sona erer.
- Kendisine iştirak nafakası verilen çocuk erginliğe ulaştığında iştirak nafakası yine bu tarihte kendiliğinden sona erer. Ancak burada bir istisna mevcuttur.
TMK madde 328 “Ana ve babanın bakım borcu, çocuğun ergin olmasına kadar devam eder.Çocuk ergin olduğu halde eğitimi devam ediyorsa, ana ve baba durum ve koşullara göre kendilerinden beklenebilecek ölçüde olmak üzere, eğitimi sona erinceye kadar çocuğa bakmakla yükümlüdürler.”
Erginliğe ulaştığı için kendisine ödenen iştirak nafakası kesilen kişi, mahkemeye başvurarak eğitiminin devam ettiğini gösteren belgeleri sunmak suretiyle, eğitim süresince kendisine iştirak nafakası verilmesi talebinde bulunabilir. Burada dikkat edilmesi gereken husus; ergenliğe ulaşmış ancak eğitimine devam eden kişinin bizzat mahkemeden yeni bir talep ile kendisine iştirak nafakası verilmesini istemesidir.
- İştirak nafakasından feragat edilirse, feragat tarihinden itibaren iştirak nafakası kesilir.
- İştirak nafakası alan çocuk evlatlık verilirse, bu tarih itibariyle iştirak nafakası kesilir.
GÖREVLİ VE YETKİLİ MAHKEME HANGİSİDİR?
İştirak nafakası ister boşanma davası sırasında talep edilsin ister sonrasında bağımsız bir dava ile talep edilsin görevli mahkeme Aile Mahkemesi’dir.
İştirak nafakası boşanma davasında talep edildiyse boşanma davasında yetkili olan mahkeme yetkilidir.
İştirak nafakası boşanma kararından sonra bağımsız bir dava ile talep ediliyorsa; TMK madde 177 “Boşanmadan sonra açılacak nafaka davalarında, nafaka alacaklısının yerleşim yeri mahkemesi yetkilidir.” Kanun koyucu bu madde ile kesin yetkili mahkemeyi göstermiştir.
ZAMANAŞIMI YOKTUR.
İştirak nafakasında zamanaşımı yoktur. Çocuk ergenliğe ulaşıncaya kadar her zaman talep edilebilecek bir nafakadır.
Av. Aliye Gökçe GÖKER